top of page
Ara

Pago Pago, Amerikan Samoa

  • Ömür Kabak
  • 19 May 2019
  • 4 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 20 May 2019

27- PAGO PAGO, AMERİKAN SAMOA, A.B.D. 140 24’ Güney Enlemi, 1700 71’ Batı Boylamı




Denizdeki iki günümüz nasıl geçti anlayamadık ve 2 martta Amerikan Samoa adasına geldik. Bundan önceki adalara göre daha büyük bir ada burası. Yine dik yamaçlı bir dağ zirvesi, kıyı buyunca yükselen diğer tepeler, her taraf çok sık bir orman ve yeşillikler içinde. Kıyılarda resifler ana karaya yakın bir şekilde dizilmiş. Büyük L harfi gibi bir koydan içeriye giriyoruz. Hindistan cevizi ağaçları ormanlık alan içinde öbek öbek göze çarpıyor. Burası ABD toprağı. Liman çevresi çeşitli fabrikalarla kaplanmış. Özellikle coconut işleme tesisleri ve etrafa kokusu yayılan ton balığı işleme fabrikası var. Ada turumuz sırasında ton balığı fabrikasının bitişiğinden geçtik çok ağır ve rahatsız edici bir koku etrafı sarmıştı. Amerikan ekonomik gücü burada göze çarpıyor. Limanda yüzlerce konteynır ve yük gemileri var. Çalışmak için diğer adalardan buraya insanlar gelip gidiyormuş.



Karaya ayak basınca ada turu yapan bir araca biniyoruz yaklaşık 20 kişiyiz. Batı yönü boyunca adayı dolaşacağız, sonra değişik bir yoldan limana geri gelip bu kez doğu tarafını gezeceğiz. Yol boyunca üç şey o derece bol ki sanki tüm ada bunlar için kurulmuş gibi;

İlki kiliseler, ikincisi mezarlar, üçüncüsü birlikte yaptıkları her türlü törenler için parkları ve ortasında devasa yuvarlak kamelyaları.

Bir iki bahçeli ev, sonra kilise, sonra toplu eğlence için yapılmış park ve ortalarındaki bir taban, bir kubbe den ibaret etrafı açık devasa kamelyalar ve neredeyse her bir evin önünde, yanında hatta verandasında üstleri açık ya da kamelya ile kapatılmış 3-5 adet mermerden ya da betondan yapılmış sıra sıra mezarlar. Bu üç yapı tüm yolculuk boyunca birbiriyle yarışıyormuş gibi peş peşe yanımızda bizi takip etti.

Ayrıca tüm Pasifik adaları gibi tsunami buranın ortak derdi. Tabelalarda tsunami ikazlarını ve tepelere doğru kaçış merdivenlerinin yerlerini okuyoruz. Deniz kıyısında büyük bir anıt, 2009 tsunamisinde ölenler için dikilmiş. Anıtın etrafında, o sırada ölenlerin resimleri, doğum tarihleri ve isimler asılmış. Yaşlı, genç ve çocuk, erkek ve kadın fotoğraflarına üzülerek baktık. Anıtın hemen arkasındaki sığ denizde iki ayrı gemi iskeleti yarı suda yarı kumda kaderlerine terk edilmiş veya özellikle orada bırakılmış. Bir başka anıtta ise kocaman zenci İsa heykeli yapılmış.

Tüm bu üzüntülü havayı, her tarafı saran yeşil bir manzara; ağaçlar, sarmaşıklar ve çiçekler unutturuyor. Burası da Tahiti kadar yoğun bir yeşillik içinde. Kıyılara yakın deniz içlerinde yer yer tek başına kaya kütleleri var. En büyüğü 10 metre çapında ve denizden 7-8 metre yükseklikte blok halindeki bir silindir şeklinde. Bunun bile üstünde bir orman oluşmuş. Yeşil sarmaşıklar tepesinden aşağılara doğru sarkarken tepesindeki düzlük kocaman ağaçlarla kaplı. Ağaç yetişmeyecek kadar küçük çaplı olanlar ise sarmaşıklar tarafından işgal edilmiş.

Günlerden Cumartesi olduğu için, kriket oynayan çok sayıda yerli gördük. Birde aynı renk formalarıyla dolaşan, eğlenen kızlı erkekli gençlerden oluşan guruplar göze çarpıyor. Havaalanı, birçok alışveriş merkezi, spor sahaları bulunuyor. Evler yarı ahşap ve tek katlı. Bahçeler arasında seyrek bir şekilde yapılmışlar. Sokak köpekleri dolaşıyor yollarda ve parklarda. Ara ara mola verip fotoğraflar çektik.

Şoförümüz, buradaki insanların geleneksel kıyafeti olan uzun bir etek giymiş. Bu etekler tek parça büyük bir bezden oluşuyor ve belden aşağılarına çepeçevre sarıyorlar, dikiş olmadan. Yine diğer yerliler gibi çok şişman bir adam.

Merkeze geri dönüp ara vermeden doğuya gittik bu kez yolculuk molasız devam etti. Plajların önünden geçtik. Son noktadan geri dönerken, gidiş sırasında belirlediğimiz bir plaj önünde sadece biz indik. Diğer yolcular merkeze devam etti.

Plaja giriş paralı imiş, kişi başı 5 dolar. Plajın ismi ise bununla çelişik ancak orijinal: "İki dolarlık plaj." Plaj doğal bir burunla iki kısma ayrılmış gibi. Tam ortada beyaz kumsal denize doğru ilerliyor ve bu adanın karakteristiği olan blok halinde tek parça bir kaya bir masa gibi yaklaşık 7-8 metre uzunluğunda ve 10 metre çapı ile burnun önünde ayakta dikiliyor. Üzeri tabii ki, ağaçlı ve diğer bitkilerle yemyeşil.

Denize bakışımıza göre sol taraf iki yüz metrelik bir plaj. Beyaz kumları, bu kumlara doğru eğilmiş coconut ağaçları ile çok nefis bir manzarası var. Arka tarafı ise orman. Ancak denizi çok sığ ve kumlarla taşlar eşit dağılmış vaziyette olduğu için burada yüzemedik, sadece kıyıda yürüdük. Güzel bir köşesinde selfie yaparken, orada güneşlenen ve sonra isminin Eve olduğunu öğrendiğimiz bir Alman kadın bizim fotoğraflarımızı çekmek istedi. Romantik pozlarımızı çok güzel görüntüledi.



Diğer taraf ise, keskin ve iki-üç metrelik yükseklikteki lav kayaları ile çevrelenmiş küçük bir koy. Koyun içinde mercan kayalıkları ve rengarenk balıklar oynaşıyor. Buraya şnorkellerle daldık. Yine rüya alemi gibi bir ortamdı. Mercanlar, balıklar, tabandaki beyaz kumlar. Bir de küçük koyun açık denize bakan kısmını kapatan kayalıklarda yer yer açıklıklarla sıralanmış. Bu nedenle, aralarından dışarıdaki dalganın sesi, köpüğü ve içinde hava olan su baloncukları suyun altından çok güzel görünüyordu. Tüm bunların arasından görünen, dışarıdaki daha derin su katmanları değişen renkleri ile sanki bir başka alemmiş gibi bir his uyandırdı bende. Kayaların arasında ise ilk kez burada karşılaştığım ve benim deniz kirpisi adını taktığım parlak ve en koyu hali ile siyah renkte, 15-20 cm lük sivri oklardan oluşan bir yuvarlağımsı canlı vardı. Kayaların oyuklarında kıpırdamadan duruyor ama her an oklarını size fırlatacakmış gibi bir hali var. O nedenle pek fazla onların olduğu kayalara yaklaşmadan yanlarından hızlıca geçtim.



Bu koyun plaja bakan kayalıkları sabit bir sınır oluşturduğundan okyanus gelgitlerini burada çok net olarak gözümüzle gördük. İlk anlarda, deniz bu kayalıkların arkasında ve kara tarafı kuru kumlardan oluşurken yaklaşık bir saat sonra plaj tarafı en az 2-3 metrelik bir bant halinde ve yer yer 30-40 cm yüksekliğinde su ile doldu. Bu gelgitlerde söz konusu olan su nereden geliyor ve nereye gidiyor ilk bakışta anlamak mümkün değil.

Saat 15.00 gibi bir başka kamyondan bozma otobüs ile asıl liman geri döndük. Burada biraz yürüdük, etrafı seyrettik. İki ayrı mahkeme binası ile postane önünden geçtik. Gemiye doğru yürürken, yine ilk kez gördüğüm bizim ölçülerimize göre kocaman bir yarasa ile karşılaştık. En az 40 cm uzunluğunda ensesi hariç siyah renkteydi. Ensesi ise kirli sarıdan kızıl kahveye dönen bir boyunluk gibi başı ile vücudunu ayırıyordu. Tel çitlere tersten tutunmuş, gözleri ve ağzı açıktı. Kırmızı küçük sivri dilini dışarı çıkarmış, alt ve üst sivri keskin beyaz dişlerini göstererek tıslıyor mu zor bir şekilde nefes mi alıyor belli olmadan başı sabit şekilde duruyordu. Oradaki gençlerden biri ayaklarına doğru bir dal uzatınca derhal dala tutunarak tel çitten ayrıldı ancak diğer tavırları değişmedi. Baş aşağı ve ayak parmak ve tırnakları dala sıkıcı tutunmuş olarak yukarıda belirttiğim vaziyette durmaya devam etti. Biz dahil başına toplanan birçok kişi şaşkın bakışlarla fotoğraflarını çektik, aynı delikanlı onu tekrar aldığı tellere koydu. Bu yarasa türünün adı flying fox imiş ve vejetaryenmiş.



 
 
 

Comments


Yazı: Blog2_Post
  • Twitter
  • Facebook
  • Instagram

©2019 by Omur Kabak

bottom of page