Siyaset, FETÖ ve AK Parti, FETÖ ve Gülen Cemaati, Yüzde Kaç Demokrasisi
- Ömür Kabak
- 19 May 2019
- 22 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 May 2019
İNGİLİZLERİN MARİFETLERİ
Aborjinleri ve kültürlerini göremedik. İngilizlerin onlara reva gördükleri hayvanca davranışları sadece kitaplarda okuduk. Ancak aynı İngilizlerin, bugün itibariyle, ekonomi ve idare açısından çok zengin ve modern bir devlet ve insani açıdan gelişmiş bir uygarlık kurduklarına şahit olduk. Anavatanlarının batısında Amerika Birleşik Devletleri’ni ve Kanada'yı, doğusunda ise Avustralya ve Yeni Zelanda'yı yoktan var etmişler. Bunlar dünyadaki üç okyanusa kıyısı olan kıta büyüklüğünde devletler. Yerlilere, insanlık dışı davranmışlar. Hatta, silah zoru ile ve öldüre öldüre Afrikalıları köle yaparak taşımışlar. Devlet şekli olarak ABD hariç üçü halen İngiliz Hanedanına bağlı. Kenedy ve Obama dışındaki tüm başkanların Protestan Anglosakson olduğunu da not etmemiz bu açıdan yerinde olacaktır. "Derin devlet" anlamında hepsi Londra ile iş tutuyor.
Kendi içlerinde ise demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri ile yönetiliyorlar. Çok güçlü bir kamuoyu baskısına sahipler ve insan hakları baş tacı edilmiş durumda. Zengin bir ekonomi ile dünyayı etkilerine almışlar. Bir filmden alıntı ile bu bölümü özetleyebilirim, Kralı adına dünyaları fetheden İngiliz general, bu mücadelesinin nedenini şöyle açıklıyordu; "Biz Anglosaksonlar bu dünyayı yönetmek için geldik."

İNGİLİZ SİYASETİ, TÜRKLERE BENZEMİYOR
Ülkemizdeki yerel seçimlerin birkaç güne kadar yapılacak olması ve Avustralya'daki tanık olduğumuz seçim havası, biz Türkler arasında ilk kez siyasi konuşmalara neden oldu. Her iki ülke liderlerinin, Yeni Zelanda'daki terör saldırısı nedeniyle polemik içine girmeleri de günden konumuz oldu. Aramızdaki siyasi konuşmalar, bu bölgedeki İngiliz izlerini yorumlamamıza ve ülkemiz ile karşılaştırma yapmamıza neden oluyor;
İngiliz İmparatorluğunun dağılışı ile Osmanlı İmparatorluğunun dağılışı ve sonuçları ne kadar farklı olmuş. İngilizler, artık eski tip hakimiyetlerini sürdüremeyeceklerini görüp, güçlerini yeni bir kalıba dökmeyi ve o şekilde de hâkim olmayı başarmışlar. İmparatorluk gitmiş yerine Commonwealth gelmiş. Kendi anavatanları dışındaki tüm toprakların halklarına kendileri yeni devlet kurmalarının yollarını öğretmişler ve anayasalarını bizzat yazarak, devlet sınırlarını belirlemişler. Bunu dostluk havasında bir jest ve lütuf gibi göstermişler. Bu topraklar ve oranın yerli insanları bu nedenle hala İngilizce konuşuyor ve eğer bir yabancıya güveneceklerse bu yabancı yine İngiltere oluyor. Devleti çalıştıran idari ve hukuki kurallar, eğitim sistemi, ulaşım geleneği, ticari ve sportif ilişkiler ve dayatılan dini tercihler sanki İmparatorluk devam ediyormuş gibi aynen sürüyor. Bu nedenle Londra, sahne gerisinde hala hepsinin başkenti gibi duruyor.
BİRAZ DA SİYASET
Ya biz ne yapmışız; en azından İngiliz'in yaptığını yapamamışız. Aslında, İngilizlerin yaptığını yapamayanlar, Cumhuriyetin kurucuları değil bu bir Osmanlı devlet tercihi olmuş. Türklerin azınlıkta olduğu bölgeleri savaşa savaşa kaybetmişiz.
Ancak, bu tercihin etkileri yeni kurulan Cumhuriyete bir şekilde aktarılmış ve yeni devletimiz de benzer tercihleri, kendi bekası için çok önemsediği "ulus devlet" ideali için yapmış. Bu nedenle, Bulgar ve Sırp hala düşmanımız, Araplar hain, Ermeniler kalleş. İçimizde tuttuğumuz Kürtleri bile bir şekilde dışlamayı becermişiz. Yunanistan'la ilk dönemdeki yakınlaşmamız daha sonraki Kıbrıs meselesi nedeniyle bozulmuş. İç politikada yaptığımız tercihler bu duruma eklenince, büyük potansiyeline ve geçmişten gelen büyük devlet mirasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman dünyaya etki edecek büyük bir devlet olamamış.

İngilizler, Fransızlar, Ruslar, Çinliler, İspanyollar, Japonlar gibi büyük imparatorluklar kurmuş milletlerin yeni ulusal devletleri büyük ve güçlü olmaya devam ederken bunun tek istisnası ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti.
Buna rağmen, halkımızın en azında dörtte biri hala, 1950' ye kadar yapılan her şeyin, her açıdan en iyisi olduğunu ve aynı şeylerin tekrar tekrar yine yapılmasının gerektiğini iddia ediyor. Bu arada kutsadıkları devlet, kendi hataları nedeniyle aslında ortadan çekilmiş farkında değiller. Eski devletin sadece ismi var kendi yok ama ne gam; 10.yıl marşı aynı coşku ile her düğünün finalinde söyleniyor ya sen ona bak. Yerel seçimlerde büyük şehirler bazında kıl payı farkla başarı geldiğinde ise "tamam işte, geldikleri gibi gidiyorlar" söylemi. Fakat gerçek değişim için alın teri akıtarak çalışmak yok, fedakarlık yok ama konforlarından vazgeçmeden bilgisayar başında sanal görsellerle işlem tamam. Halbuki yerel seçimdeki oylar, genel seçim veya başkanlık seçimi için kullanılsa, bugünkü statükoyu devam ettiriyor, başkan ya da parlamento çoğunluğu değişmiyor, farkında değiller.
Yeni dönemle ilgili eleştirilerinde haklılar ama özeleştiri hiç yapmıyorlar. Özeleştiri yapsalar, eski devletin neden yok olduğunu görecekler ama bu kafa konforlarını da bozacak. Nasrettin Hocanın karanlık çatı katında kaybettiği yüksüğünü aydınlık sokak lambası altında araması gibi, yanlış yerdeler. Ancak bu bilinçli seçimleri. Çünkü, eğitim ve kültür seviyelerinin yüksekliği başka şekilde düşünmemi engelliyor. Çünkü, karanlık odada bulacakları şey; hukuksuzluk, anti demokratik uygulamalar, eğitimsizlik ve fakirlik. Bu nedenle oraya hiç gelmiyorlar.
Herhalde, bu tür özeleştirilerin ya kendilerini inkâr anlamına geleceğini ya da Atatürk'e haksızlık olacağını düşünüyorlar. Halbuki günümüz değerlerine göre ortaya çıkan sorunlar, Atatürk'ün tarihi başarısını gölgeleyebilir mi? Onun vatanın ve milletin kurtarıcısı olduğunu, bağımsızlığı ve özgürlüğü sağladığını, köhne bir Saltanat yerine modern bir Cumhuriyet kurduğunu, aklı ve bilimi rehber edindiğini yok edebilir mi? Hele hele, şeriatla yönetilen bir ülkeye laiklik ilkesini getirmesi ve devlet yönetimini dini kurallardan ayırması gibi muazzam bir başarıyı kim gerçekleştirebilmiş. Bu açıdan Atatürk, ilk ve tektir. Sevgi ve saygıyla baş tacı edeceğimiz ortak değerimizdir.
Bu değeri, günlük idari ve siyasi tartışmaların tarafı yapmak, parti çekişmelerine alet etmek her şeyden önce Atatürk'ün inşa ettiği değerlere ihanettir ve öyle de olmuştur. Atatürk, bu millet için yapılabilecek en iyi şeyleri yaptı ve artık yok. Hayat ise devam ediyor. Atatürk'ün kurduğu devlet, en çok onu çok sevdiğini söyleyenlerin yanlış söylem ve tercihlerinden dolayı zarar görmüştür. Karşıtları zaten bilinir ve tedbir alınırdı. Ne demişler; "ben düşmanlarımı hallederim, Tanrı dostlarımdan korusun".
Atatürk'ün açtığı yolun gelişmemesinin bir sebebi de yine onu sevenlerin ondan başka lider aramamaları nedeniyledir. Halbuki, hiçbir insan içinden çıktığı milletten büyük değildir. Belki ona en fazla hizmet eden olabilir ancak yeni hizmetçi liderler mutlaka yetişir ve aynı yol biraz daha iyiye ve güzele taşınır. Atatürkçüler, Atatürk'le yarışacak ve hatta yine günümüz sorunlarını çözmede onu geçebilecek yeni liderleri ne hayal ettiler ne de düşündüler ne de istediler. Bu düşünceyi hatalı buldular. Dogmatik nitelikli dini liderler ve dini kitaplar nasıl her şeyin çözümünü vermişse, "Atatürk ve Nutuk her şeyin çözümünü bize sunmuştur. Yeni bir şeye ihtiyaç yoktur".
Aynı şekilde, Atatürk'ü bir tek partiye hapsettiler. Diğer partiler, karşı devrimciydi. Onların kazandığı her seçim ise bir karşı devrim. Onlara oy verenler ise Atatürk düşmanı. Hatta onlar, cahil ve yobaz bir güruh. Son yerel seçimlerde en büyük şehirleri CHP kazanınca, aslında seçimi Atatürk kazanmış gibi göstermeye başladılar. İnternetteki kum saati görsellerinde Recep Tayyip Erdoğan eriyor, Atatürk ise güçleniyordu. Bu düşünce tarzının Atatürk'ün kendi söylemelerine ve ilkelerine aykırı olmasına rağmen hala bu durum devam etmektedir. Gemideki fanatik bir Kemalist'in iddia ettiği gibi, Mao'nun "ben Çin'in Atatürk'üyüm" deyip demediğiniz bilmiyorum ama Çinlilerin "Türklerin hatası, içlerinden Atatürk'ü geçecek bir lider çıkarmayı düşünmemeleridir." sözünü söylemeleri çok muhtemeldir.

MİLLİ İRADE
Türk tipi demokraside milli irade kavramı önemli bir yer tutuyor. Bu konuyu da biraz konuşmak gerekiyor. Milli irade, bizde özellikle Demokrat Parti ve o kaynaktan gelen tüm sağcı partilerin çok önemsediği ve değer verdiği bir kavram. İlk anda, çok doğru bir yaklaşım gibi görünüyor, çünkü, milli irade demokrasinin özü veya bir başka anlatım şekli. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Millet bu hakimiyetinin, milli irade ile ortaya koyar, seçimlerde bir partiyi iktidara getirir ve artık hakimiyet o partidedir.
Bu kavramı kullanarak demokrasiden ilk sapma, bu noktada başlar: iktidar partisini lider temsil ettiği için hakimiyet o tek kişiye taşınır. Parti tüzel kişiliğinden veya parti kurullarından pek bahsedilmez artık. Yasama ve yürütmenin iç içe geçtiği bizim gibi sistemlerde artık hem parlamento hem de hükümet o liderin hakimiyeti altındadır. Seçilmiş kral sistemidir bu. Yargı, bizim ülkemizde hiçbir dönemde gerçek bir güç haline gelmemiştir. Burada özellikle üst yargı organlarının siyasi etkileri olan kararlarından bahsediyorum. Yoksa, normal vatandaşlar arasındaki sıradan ihtilaflarda tabii ki, adaleti sağlamaya çalışan gerçek hakimlerimiz bulunuyor. Siyasi nitelikte karar verme durumunda olan yüksek mahkemelerde, siyasi manada devlet gücünü eline geçiren muktedirin isteğine göre siyasi kararlar verilmiştir. Antidemokratik tüm devletlerde, devlet reisine, başkomutana, sultana, halifeye uymak zorunludur. "Tarihsel gelenek ve dini kurallar bunu emreder."
İkinci sapma, hakimiyet kavramına verilen sınırsız bir iktidar gücü düşüncesi ile gelir. Hakimiyet sende ise istediğin her şeyi yaparsın. "Bir gecede ülkeye hilafeti getirebilirsin." Anayasal ilkelerin önemi olmadığı gibi, bu anayasal ilkelere göre iş ve işlem yapacak her türlü resmi kurum ve kuruluşun da önemi yoktur. Anayasada ne yazdığını kimin yorumlayacağı her zaman muğlaktır ve bu durum devamlı bir stres ve tartışma çıkarır. Tabii ki, sonuçta yine siyasi devlet gücünü elinden tutanların isteği galip gelir. Bizde bu güç ise son zamanlara kadar askerin elinde idi. Yüksek yargı ve üniversiteler başta olmak üzere birçok resmi makam da onların değirmenine su taşırdı. Resmi sıfatı olmayan sivil kesimin temsil gücü olan birçok kuruluşu ya da kişisi de aynı sistemin gönüllü destekçisi idi. Kemalist sistem denilen ana yapı aslında bundan ibaretti.
Şimdilerde yaşadığımız başkanlık sistemi ve hem onun kurucusu hem de peş peşe kazandığı seçimlerle başkanı olan çok güçlü bir lider bu sistemi değiştirdi. Artık tüm güç, o tek kişide. "Çünkü, milli iradeyi o temsil ediyor." Anayasal tüm kurum ve kuruluşlar artık onun etki alanında ve ona karşı bir karar alınması mümkün değil. Anayasal ilkeleri bu yeni sisteme uygun olarak, yeni sistemin kurucusu ve başkanı yorumlayabilir artık.
Aslında modern demokrasilerde, tüm anayasal kurumların yetki ve görevleri belirlidir. Anayasal devlet ilkeleri ve temel siyasi/idari tercihler bellidir. Yine gerçek demokrasilerde, doğaldır ki, en üst kanunları parlamento yapacak ve devleti yöneten en üst güç seçilmiş iktidar olacak. Diğerleri de yine anayasada belirli yetki ve görevlere bağlı olacak. Burada, söz konu olan bir iş bölümüdür.
Ancak, hukuk kurallarının olduğu her yerde mutlaka yorum farkları ortaya çıkar. Bu kaçınılmazdır ve aslında sistemin biraz da zamanın ruhuna uyum sağlaması ve kendini yenilemesi için yararlı bir olgudur. Ancak, demokrasinin gelişmiş olup olmadığı da tam bu ihtilaf anında belirginleşir. Bu belirtiyi, hukuki ihtilafı kimin çözeceği sorusuna verilecek cevap belirler. Mihenk taşı budur.
Bu yorumu, en üst anayasal yargı organı yapıyorsa işte orada gerçek bir demokrasi vardır. İster seçim kazanarak başkan olmuş siyasi lider ister askeri vesayetin en üst komutanı veriyorsa artık orada gerçek bir demokrasi yoktur. Şunu unutmamak gerekir; demokrasilerde her kes Anayasa ne derse ona uyar ve anayasanın ne dediğini en üst mahkeme söyler.
İLKELERİN SİYASETİ
Bir başka önemli konu ise siyasetin ilkeler bazında yapılması. Tek bir kişiye bağlı olmadan siyasi tavır takınmak önemlidir. İnsan onuru, evrensel insanlık değerlerine bağlılığı ölçüsünde yücelir. Bunlar ise, adalet, özgürlük, eşitlik ve insan haklarına saygıyı esas almalıdır. Bu değerleri temsil iddiasındaki yönetici kişilerin, sözleri değil eylemleri kontrol edilmeli. Geçmişlerindeki bu yöndeki olumlu söz ve eylemleri onlara bir miktar tolerans göstermemize gerekçe olabilir ama bunu abartmamak gerekir. Sadece yanlış anlama olabilir mi tarzında bir test süresi kadar tolerans gösterilebilir.
Bu açıdan kişilere bağlı bir değerler sistemi kabul edilemez. Dava her ne ise, davaya zarar gelmesin diye, temsilci konumundaki kişiye bağlı kalınamaz. Davanın değerleri, o temsilcinin özellikleri ile değil bizatihi davanın kendisi ile açıklanır. Burada objektif bakış açısı önemlidir. Aksi halde, davanın değerleri çözülürken, temsil iddiasındaki kişiye tapınma yolu açılır. Bu ise, takipçiler için onursuz bir konum, temsilci için ise kibir noktasıdır.
Hiçbir insan tek başına, evrensel değerlerden yüksekte değildir. Bir kişi belli bir dönemde bu değerleri layıkıyla temsil edebilir ancak bu durum uzun süre devam edemez. Çünkü, her insan iç dünyasında her an iyi ve kötü arasında seçim yapacaktır. Her zaman iyiyi seçemezsiniz. Çünkü, iyi dediğimiz sonuca siz götüren değer yargılarınız, değişmeye başlar. Farkında olmadan ufak ufak gelişen olaylar ve sonuçları küçücük virajlar gibi sizin istikametinizi değişik hedeflere çevirir.
Siz ana değerlere hala bağlı olduğunuzu söyler, hatta samimi olarak öyle de düşünürsünüz ancak artık yaptığınız tercihler tam zıttı sonuçları içermektedir. Daha ilginci bu yeni sonuçların da eski iyi değerlerinize uygun olduğunu sanırsınız. Ama değildir. Artık, değişmiş tercihleriniz, değişmiş sonuçlara götürür sizi ve aslında siz de değişmişsinizdir. Bu açıdan değişim kaçınılmazdır.
Ortam ve şartlar değiştikçe her türlü tercih nedenleri ve varılan sonuçlar değişecektir. Ancak, bir dağ başında ya da ıssız bir adada iseniz aynı şekilde kalabilirsiniz. Tek tek insanlar ve ayrı bir kişilik sergileyen toplumsal bakış, her bir kişiyi öyle veya böyle etkiler ve değiştirir. Bu nedenle, yönetici ve temsilcilerin belirli periyotlarla görevde kalmaları sonra köşelerine çekilmeleri gerekir. Tecrübelerini yazarak ve anlatarak bir sonraki kuşaklara aktarmaları onların yeni kutsal değerleri olmalı. Arkadan gelen yeni temsilci ise dava denilen iyi değerleri saf bir şekilde taşır ve hatta daha da ileriye götürür. Ta ki, o da değişmeye başlayıncaya kadar.
Bu açıdan, siyasi parti taraftarlığım her zaman ilkeler bazında oldu. Ak Parti içinde aktif olarak çalışırken, en çok karşılaştığım soru, "neden Ak Parti" olmuştu. Aslında bunun cevabı partinin adında ve ilk yıllarda bayraklaştırdığı fikirlerde görülüyordu. Bunlar; adalet, kalkınma, ak(temiz) olma, AB'ne katılma, askeri vesayete karşı duruş, laikliğin batı standartlarında uygulaması, Kürt sorunu başta olmak üzere toplumsal barış. Lideri ve çekirdek kadro bunları gerçekleştirecek ehliyet ve samimiyete sahip görünüyordu. Bana göre, ilk 7-8 yıl çok iyiydi. Ancak, yukarıda belirttiğim şekilde, zamanla yönetici kadrolarda yenilenme olmadığından, temsilci(ler) davadan daha önemli olmaya başladı. Objektif ilkeler yerini sübjektif değerlendirmelere bıraktı.
Ben, fikir olarak aynı yerdeyim. Ancak, Ak Parti artık o fikirlerin partisi değil.
Bu açıdan, bu parti sayesinde çok önemli yerlere gelmiş bir kişinin tavrı bana çok yanlış geliyor. Bu kişi Abdullah Gül. Son başkanlık seçimlerinde, Recep Tayyip Erdoğan (RTE) karşısında, diğer partilerin birleşik adayı olmak istediği ortaya çıkmıştı. Demek ki, RTE'nı beğenmiyor ve yaptıklarını yanlış buluyor. Ancak, bu yanlışların ne olduğunu, bunun nedenlerini ve kendi çözümlerini hiç açıklamıyor. Son derece yanlış bir tutum. Sorsanız, "davaya zarar gelmesin" diyecek. Bir benzer yanlışlığı Ali Babacan yapıyor. Onun da RTE ile ters düştüğü anlaşılıyor. Başarılı ve dürüst olarak yaptığı işten neden uzaklaştırıldığını veya şu andaki ekonomi politikalarının doğru olup olmadığını ondan duymamız, en azından entelektüel dürüstlüğün gereği. Muhtemelen, o da "davaya zara gelmesin" diye susuyor.

YÜZDE KAÇ DEMOKRASİSİ
Gelişmiş demokrasilerle, az gelişmiş demokrasilerdeki hükümet protestolarına, iktidar partilerinin bakışlarının farkı, o ülkelerdeki demokrasinin kalitesini ve gerçekliğini gösteriyor.
Aslında, her iki modeldeki ülkelerin liderleri, protestoları haklı görmüyor ve aynı şekilde protestocuların halkın tamamını temsil etmediğini hatta azınlıktaki bir topluluk olduğunu biliyor. Bu açıdan liderler arasında bir fark yok. Fark, protestolardan sonra gösterilecek reflekslerde ortaya çıkıyor;
Gelişmiş demokrasilerde iktidarlar kendilerine oy versin vermesin tüm halkın lideri olduklarını ve seçimin geride kaldığını düşünüyorlar. Artık, halkın %100'ünü temsil ediyorlar ve hepsine karşı sorumlulukları var. Bu nedenle, örneğin %10 gibi küçük bir azınlık bile protestoya başlasa onlara değer veriyor ve onların derdini çözmeye çalışıyor. Çünkü, onlara karşı da sorumlu ve onların değerlerini ve özlemelerini çözmek zorunda.
Az gelişmiş demokrasilerde ise seçim ortamı hiç bitmiyor. İktidar, taraftarlar ve karşıtları üzerinde kurulu. Yine iktidar, sadece kendisine oy verenlerin iktidarı, muhalefetin değil. Hoş, muhalefette zaten onu iktidar olarak tanımıyor ve kabul etmiyor. Bu açıdan iktidar, sadece kendisine oy verenlerin özlemlerini ve isteklerini çözmekle meşgul oluyor. Oy vermeyenlere karşı bir sorumluluk duymuyor. Bu nedenle, %100'ün iktidarı değil, %51'in iktidarı oluyor. Değil %10, belki %49 protesto etse bile ya duymazdan geliyor ya da onları suçlu ilan ediyor. Kendi çoğunluğunun sokağa çıktığında daha fazla olacağını düşünüyor ve ona göre davranıyor.
Tüm bunların sonucu, toplum biraz daha ayrışıyor ve birbirine yabancılaşıyor. İş o dereceye varıyor ki, siyasi fikir ayrılığının adı vatan hainliği oluyor. Siyasi muhalefet, ceza hukuk açısından bir suç olarak ilan ediliyor. İktidar, bu durumu teşvik ediyor. Çünkü, kendi çoğunluğunu bu şekilde avucunun içinde tutabiliyor. Birbirinden kopan hatta düşmanlaşan topluluklara birbirine zıt değer yargıları da yüklenince bir sonraki seçim, siyasi fikirlerin, günlük sorunların çözümlerinin, başarılı ya da başarısız iktidar günlerinin muhasebesinin seçimi olmuyor tam tersine katı ve değişmez değerlerin seçimi oluyor. Bunun devamında ise, muhalifler iktidarın doğru yaptığı şeyleri dahi görmezden geliyor hatta bir şekilde kötülüyorken, taraftarlar hiçbir yanlışı görmüyor ve her şeyin en doğru ve güzel şekilde yapıldığına dair yeminler ediyor. Bu kısır döngüden ise, tüm ülkeye yönelik fakirlik ve hukuksuzluk miras kalıyor.
FETÖ VE AK PARTİ
Siyaset konusunda söyleyebileceğim son şey FETÖ ile ilgili. Çünkü, son yılların en önemli olayı bu. "Falanca bakan ya da filanca Ak Partinin önde gelen temsilcisi de FETÖ'cü değil mi?" FETÖ'cü denilen şey çok ağır hapis cezaları içeren bir terör suçu olmasa, bu lafa gül geç. Tutuklu veya mahpus on binlerce mağdur insanı görürken, bununla ilgili konuşmak mecburiyet oluyor.
Bir kere, FETÖ denilen Fetullahçı Terör Örgütü bir gerçek ve bu ülkeye muazzam şekilde zarar verdi ve vermeye de devam ediyor. Bunların takibi ve hapse atılmaları kadar haklı bir şey olamaz. Atatürkçü subaylara balyoz, Ergenekon ya da casusluk davaları ile kumpas kuran adliyeciler, polisler, teknik uzmanlar tabii ki cezalarını çekecekler. 15 Temmuz’da darbeye kalkışanların, onları yönlendirenlerin ve yardım edenlerin ve masum insanları o gece öldüren FETÖ'cülerin yeri mutlaka ömür boyu hapis olmalı.
Bu açıdan, RTE'nın hakkı ödenmez. Onun sayesinde FETÖ belası ülkenin başından uzaklaştırıldı. Evet, en fazla onun döneminde güçlendi ama onun döneminde de bitirildi. RTE olmasaydı, FETÖ belki bu derece hızlı güçlenemezdi ancak er ya da geç aynı güce yine erişirdi. Unutmayalım ki, FETÖ, Ak Parti ile başlamadı, ondan en az 30 yıl önce vardı ve her geçen gün daha da güçlenerek devleti ele geçiriyordu. Bu nedenle, RTE'dan başka bir yönetici bu belayı yok edemezdi.

FETÖ'cü olmak için, bu suçları bilerek ve isteyerek yapmak ve katılmak şarttır. Yoksa, bu suçlardan habersiz, sadece bir din alimi sanarak Fetullah Gülen'i seven sayan, onun sohbetlerine giden, onun isteği ile her biri yasalara uygun olarak kurulan ve yasal olarak faaliyet gösteren derneklere, sendikalara üye olan, çocuklarını okullarına gönderen, gazetesine abone olan, bankasına para yatıran masum dindarlar suçlu olabilir mi? Bylock bile tek başına bir suç değildir, çünkü whatsapp gibi bir telefon şifreleme programı olan bylock'la neyi şifrelediğiniz önemlidir. Şifrelediğiniz yazı, bir suç içermiyorsa, sadece onu devlet görevlileri dahil başka kişilerin okumaması için şifrelemek niçin suç olsun ki. Haberleşmenin gizliliği anayasal bir haktır ve devlet görevlileri de kural olarak bu hakka saygı duymak zorundadır.
Partiler açısından ise seçmen olan tüm insanlarla irtibat sağlamak, tanışmak, konuşmak, ihtiyaçlarına cevap vermek siyasetin bir doğası. Politik ve ideolojik yakınlık sağlayan; etnik, bölgesel ya da inanç özellikleri ise mutlaka, parti çalışmalarında göz önüne alınıyor. Bu nedenle, sağcı dediğimiz dini hassasiyetleri fazla olan veya dini hassasiyetleri kendi lehine oya dönüştürmek isteyen tüm partiler her türlü dini oluşumla, tarikatlarla, cemaatlerle ve yolu camiden geçen tüm insanlarla ilişki kurarlar. Ne isterlerse verirler hatta parsel parsel verirler. Demokrat Partiden başlayarak, Adalet, Anavatan, Doğru Yol, Refah ve tabii ki Ak Parti bu gelenekten gelmekte. Nasıl ki, CHP, doğal tabanı olan Alevilerle haşır neşir olur, nasıl ki HDP nerede bir Kürt Derneği ve toplantısı varsa orada bulunur; bu durum siyasetin doğal bir sonucudur.
Bu nedenle, Ak Partililerin, kendi özel durumları açısından 17-25 Aralık'a kadar veya tüm toplum açısından objektif olarak 15 Temmuz'a kadar masum bir dini Cemaat olarak bilinen bu gurupla ilişki kurması kadar doğal bir şey olamaz ve bu ilişki onları FETÖ'cü yapmaz. Büyük oranda Millî Görüş geleneğinden gelen bu insanlar, aralarındaki farklar nedeniyle normal zamanlarda, siyasi olarak Nurcuları ve özel olarak Fetullah Gülen Cemaatini beğenmezler ve bir inanç mensubu olarak da bu cemaat içine girmezler. Bu siyasi İslam ya da Şeriatın nasıl geleceği hakkındaki bir tartışma ile ilgilidir ve bu durumu bu konularda biraz okuma yapanlar gayet iyi bilir.
Ak Partinin, Fetullahçılarla ilişkisinin, bu genel tablo dışındaki değişik ve önemli bir başka boyutu ise iktidarının ilk döneminde kendisine kan kusturan "Askeri Vesayet" ile mücadele ve onun yok edilmesiyle ilgili. RTE, devlet kuran liderlere mahsus; güç, sabır, irade, organizasyon ve işine gelen değişik guruplara iş birliği yapabilme özelliği nedeniyle Fetullahçılarla sıkı bir bağlantı kurdu. Amacı, askeri vesayeti bitirmekti. Bu iş ise öyle seçim kazanıp hükümet kurmakla olmuyor. Bir kanun çıkarıp işlerini bitiririm ya da hepsini emekli ederim demekle de olmuyor. Önceki sağcı başbakanlar, Menderes, Demirel, Özal, Yılmaz, Çiller ve Erbakan hükümet oldu ama iktidar olamadı. Askeri vesayet, asıl güç sahibi olarak devletin tepesinden koparılamadı.
Mevcut sistem içinde ve o sistemin kuralları ile bu mücadele yapılmalıydı. Bunun için ise, iyi eğitim almış olarak devlet kadrolarına girmiş; doğrudan devlet gücü kullanan ,vali, kaymakam, hakim, savcı, asker, polis ve diğer kritik personelle dolaylı olarak bunlara destek olacak her türlü devlet memuruna ve sivil hayattan dernek, vakıf, sendika ve medya gücüne ihtiyaç vardı. RTE'nın ve Ak Partinin asıl dayanağı olan milli görüş geleneğinden gelenlerde böyle bir güç yoktu ancak Fetullah Gülen Cemaati mensupları bu iş için biçilmiş kaftandı. Bir de bunların, en temel özellikleri olan gizlilik, takiyye, gerçek dışı görüntü oluşturma, her kalıba uyma, asla radikal olmama ve birbirlerini parlatma özellikleri olduğundan, Cemaatçi olduğunu bilerek ya da bilmeden iktidar gücü büyük oranda bunların emrine sunuldu.
Askeri vesayet ile mücadele bu iş birliği ile başladı ve başarılı da oldu. Bu mücadelede haksızlığa uğrayan, mağdur olan masum Atatürkçü subayların durumu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, sonuç olarak demokratik hukuk devletinde yeri olmayan askeri vesayet iyi ki sona erdi.
O dönemde işlenen FETÖ suçlarına bilerek ve isteyerek dahil olmadılarsa, sadece siyaseten birlikte yürümek, Ak Partilileri, FETÇ'cü yapmaz. Bu birlikte yürümenin siyasi sonuçları olabilir, buna da ceza hakimleri değil oy veren seçmenler karar verecektir.
FETÖ VE GÜLEN CEMAATİ
Bu noktada, benzer konumda olan ancak bugünlerde, FETÖ'cü terörist soruşturmalarına maruz kalıp, hapse atılan insanlar için de bir şeyler söylemek gerekiyor. Çünkü, Ak Partili olmayan ancak samimi dini duygularla Fetullah Gülen Cemaatine giren sıradan insanların durumu, yukarıda belirttiğim yine FETÖ'cülükle alakaları olmayan Ak Partililere tam olarak benziyor. Çünkü, her iki gurup kendi siyasi ve dini duyguları nedeniyle Fetullah Gülen'le bir şekilde yan yana gelmişler ama onun devleti ele geçirmek için her şeyi yapabilecek bir suçlu olduğunu görememiş ve bilememişler. Bilerek isteyerek FETÖ mensubu olanlar dışında, tamamen dini duyguları nedeniyle saf ve temiz şekilde Gülen Cemaatine girenler için ben şunları düşünüyorum;
Öncelikle FETÖ ile doğrudan ve sıkı bir şekilde ilgisi olan ve bu nedenle karışıklıklara yol açan ve fakat onun dışında yer alan "Cemaat" yapılanması hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor; Cemaat yapısı, toplum içindeki görünen yüzü ve işleyişi ile tüzel kişiliği olmayan, üye kartı olmayan, aidatı, defteri, tüzüğü bulunmayan, girişi izne veya onaya tabi olmayan, herkesin her an girip çıkabileceği ve bu girişlerin ise ;

Örneğin, sohbetlere katılmak, fakir öğrencilerin ihtiyacı için para(burs yada himmet) vermek, kurban vermek, yurt için kurban derisi toplamak, Türkçe Olimpiyatlarına gitmek, Zaman gazetesi abonesi olmak, Cemaatle ilişkili ancak yasal sendika, dernek veya vakıf üyesi olmak, çocuklarını okullarında yada dershanelerinde okutmak, "bunlar dürüst, ahlaklı, dindar" diye çocuklarını aynı yapı içindeki diğer insanlarla evlenmesini önermek, 17/25 sürecini Ak Partililer gibi "hükümet darbesi" olarak görmeyip, tam tersine Ak Partiye değil de CHP, MHP ve HDP'ye oy veren seçmenleri gibi (ki oy oranlarının toplamı ülkemizin neredeyse % 50 sine denk geliyor) "yolsuzluk dosyası" olarak görmek, aynı siyasi tercih ile Ak Parti hükümeti veya liderleri aleyhine konuşmak, eleştirmek, Başbakan'a karşı tazminat davası açmak, Samanyolu TV yi mahkeme kararı olmaksızın kendi yayın platformundan çıkardığı için Digitürk aboneliğini iptal etmek, Bank Asya'da hesap açmak ve bu banka Hükümetçe kapatılmasın diye ayrıca para yatırmak şeklinde, tamamen Anayasal güvencedeki demokratik hakları kapsamındaki ve asla, hiçbir zaman ve hiçbir yerde suç oluşturmayan dini özgürlükler ile siyasi fikir, düşünce ve inanç özgürlüğü kapsamındaki davranışlarıdır. Bu davranışlar aynı zamanda mülkiyet, toplantı yapma, fikir ve düşüncelerini açıklama ve yayma hakkı kapsamındaki anayasal haklardır ve TCK anlamında hiçbir şekilde suç değildir.
Bu davranışları yapan ülkemizde yüz binlerce ve hatta milyonlarca insan var. En azından 15 Temmuz darbe girişimine kadar yüz binlerce seveni olan ve yukarıda saydığımız ve bugün için adli soruşturmalarda suç unsuru olarak kabul edilip soruşturulan davranışları yapan insanların içine girmiş sayıldığı bir Cemaat yapılanması mevcuttur. Bütün bu insanlar terörist midir?
Bu anlamda Fethullah Gülen Cemaatini yok etsek bile, şu anda da başka dini, sosyal, siyasal oluşumlar içinde yer alan milyonlarca insan, benzer davranışlarda bulunuyor. Hiç birisi de suç işlemiyor. Örneğin, Değişik isimdeki Tarikatlar, Süleymancılar veya Nurcular gibi Cemaatler, Futbol taraftar gurupları, internet gurupları, whatsapp gurupları, hemşeri platformları, siyasi partilerin veya belediyelerin kendi tüzel kişilikleri dışında oluşturdukları platformlar ve hatta cami cemaatleri.
Tüzel kişiliği olmayan bu gurupların bir kısım lider, yönetici ve üyeleri, diğer üyelerden ayrı olarak kendi içinde ayrı bir suç örgütü kursa, tüm gurup üyeleri suçlu mu ilan edilecek? Aslında ilk mağdurların ve kandırılanların bu insanlar olduğunu görmeyecek miyiz? Suç örgütüne, terör örgütüne üyelik suçunun kanuni unsurları ve bu unsurları somutlaştıran istikrar kazanmış eski Yargıtay içtihatları uygulanmayacak mı?
Somut bir örnek olarak, İzmir/Karşıyaka Belediyesi fakir öğrencilere burs verebilmek için (Karşıyaka'nın Filizleri isimli) bir kampanya yapıyor ve bu hizmetini büyük reklam panoları ve resmi internet sitesinde duyuruyor. Sıradan vatandaşlar bu kampanyaya para yatırıyor ve belediye de bunları fakir öğrencilere ayda 300 TL. burs olarak dağıtıyor. Karşıyaka Belediyesinde bir yolsuzluk olsa veya Belediye içinde yöneticiler bir suç örgütü kursa veya bu burslar fakir öğrencilere değil de suçlu kişilere dağıtılsa, bu kampanyaya iyi bir iş yapmak için para vererek katılan sıradan vatandaşlar bu suç örgütü üyesi mi olurlar, yoksa tam tersi bu suç örgütünün mağduru mu sayılırlar?
Sıradan cemaat mensupları (ayrıca ve somut şekilde bir suç işlemedikleri takdirde), bu açıdan FETÖ üyesi değil tam tersine FETÖ mağdurudur. Fethullah Gülen isimli suç örgütü lideri herkesten önce Cemaat mensubu olan bu masum insanları kandırmış ve mağdur etmiştir. Bu inançlı kişiler, suçlu değil müştekidir.
Bu insanların suç olarak kabul edilen davranışlarını yaptıkları zaman dilimi ise, şimdilerde FETÖ dediğimiz ancak o zamanlar, Fethullah Gülen Cemaati ya da Hizmet Hareketi denilen organizasyonun, ülkemizin her bölgesinde ve toplumun her kesiminde yer aldığı, başta devlet yöneticileri olmak üzere milyonlarca insanın beğenisini ve takdirini kazandığı, milyonlarca insanın bu organizasyonun sohbetlerine, kahvaltılarına gittiği, şirketlerinde, okullarında ve organizasyonlarında çalıştığı, yayın organı olan Zaman gazetesinin milyonluk tiraja ulaştığı ve her kamu binasında, bakan, vali, kaymakam, hakim ve savcı odalarında bulunduğu, simgesel anlamıyla belirtirsek "Yurduna dön de bu hasret bitsin veya ne istediler de vermedik" sözleriyle yüceltildiği veya belediyelerin "parsel parsel" arsa verdikleri bir yapının, toplumun neredeyse her kesimini sardığı, etkilediği, sevgi ve sempatisini kazandığı bir dönemdir.
Yüz binlerce insan bundan etkilenmiş ve o büyüye kapılmıştır. Ancak, TCK anlamında hiçbir suç işlememiştir. Adam öldürmemiş, kimseye kumpas kurmamış, soru çalmamış, sahte belge üretmemiş, parasal yolsuzluk yapmamıştır. Cumhurbaşkanımızın deyişi ile, "tabanı ibadet, ortası ticaret, tepesi hıyanet" olan bu yapının, Fethullah Gülen tarafından kandırılmış, sosyal hayatında Allah Rızası için koşturan masum insanlardan oluşan en dış dairesinde yer almıştır. Bu nedenle suçlu değil mağdurdur, sanık değil müştekidir ve doğrudan Fetullah Gülen'in mağdur ettiği milyonlarca insandan birisidir.
Terör örgütü olan ve başında Fethullah Gülen'in olduğu FETÖ’nün belirli bir hiyerarşisi ve örgüt yapısı vardır. Sıradan cemaat mensubu olanların, kod adı yoktur. Emir aldığı veya emir verdiği kişiler yoktur.
Cemaat ile terör örgütü, dini/siyasi sohbet ile terör eylemi, dini kaynaklı sadaka, zekat, kurban yada öğrenci bursu ile terör örgütüne finans sağlama arasındaki farkı görmemiz gerekmektedir.
Bu nedenle, Fetullah Gülen Cemaatinin bütün faaliyetleri değil, bu cemaatin içine sızdığı ileri sürülen bir suç veya terör örgütlenmesi grubunun/paralel devlet yapılanmasının eylemleri soruşturulmalıdır. Bu soruşturmanın, dini cemaat kabul edilerek salih niyetle hukuk dışına çıkmadan faaliyetler yürüten kimselerle hiçbir ilgisi bulunmamalıdır. Bu örgütün evinde kalan, yurtlarında barınan veya okul ya da dershanelerinde öğrenim gören gençler, dershane, özel okul ve yurtlarda faaliyet yürüten öğretmenler ve yöneticiler, aynı şekilde örgütün emrinde faaliyet yürüten dernek, vakıf, banka veya ticari şirket çalışanları, bu örgütün elindeki işyerlerinde ücretli çalışan emeği ile geçinen kimseler, açıkça bir suça karışmadıkları sürece sırf bu irtibatları ceza sorumluluğu doğurmadığından soruşturma dışında tutulmalıdır. Fetullah Gülen örgütünün sempatizanı olup bu örgütü dini bir kuruluş sanarak cemaate gönül bağı bulunanlar da soruşturma dışı tutulmalıdır. Cemaatin inançlı, temiz, bütün işlerini Allah rızası için yapan samimi mensupları, kasten bir suça karışmadıkları sürece ceza hukuku alanının dışındadır. Sırf bu harekete mensup olmak cezalandırma için yeterli değildir. Hizmet hareketi içerisinde kandırılan veya kullanılan geniş kitle bu soruşturmaların konusu dışında olmalıdır. Bu harekete destek vermek veya sempati beslemek ceza sorumluluğu doğuran, suç teşkil eden davranış değildir. Bu doğrultuda, “at izini it izinden” ayırmayı amaçlamak veya “tabanı ibadet” olan bu yapının, “tavanındaki hainlerden” ayrılması sağlanmalıdır.

Olaya bir başka açıdan baktığımızda, FETÖ’nün düalist (ikili) bir yapısının olduğu görülmektedir;
İlki, kamuya açık devletin gözü önünde ve hatta desteklediği, yasal, legal yapısı (ki bunlar okullar, dershaneler, yurtlar, Türkçe Olimpiyatları, burslar, yardımlar ve bu organizasyonlarda Allah rızası için çalışan, koşan ve kendilerine hizmet mensubu diyen veya denilen insanlardan oluşur.)
İkincisi ise yasa dışı, gizli, suç işleyen, kumpas kuran, devleti 15 Temmuz gibi kanlı darbe ile veya 17/25 Aralık gibi hukuk yolu ile ele geçirmeye çalışan, insanları öldüren, hapse atan, parasına, malına, kariyerine el koyan, silahlı asker-polis veya silahsız olsa da Devlet gücüne sahip hakim-savcı ve her kademedeki devlet memurları ve bunların emir aldıkları sivil insanlardan oluşmaktadır.
Fetullah Gülen hem yasal cemaatin lideridir hem de kanundışı FETÖ’nün lideridir. FETÖ’cü her terörist aynı zamanda Fetullah Gülen Cemaatinin bir üyesidir.
Ancak her Fetullah Gülen cemaat üyesi ya da hizmet mensubu birer FETÖ’cü terörist midir?
Buna, bağlı olduğumuz evrensel hukuk metinleri, Anayasa ve yasalar çerçevesinde, siyasi saiklerden uzak, vicdani kanaatlere ve adalet duygusu içinde cevap vermek gerekmektedir.
Sorumu somutlaştırarak bir kere daha sorayım; zaman gazetesi, sızıntı dergisi abonesi olan yüz binlerce okur, yasal olarak ve devlet izniyle faaliyet gösteren Bank Asya mudileri, Dernek/Vakıf üyeleri, okul, dershane öğrencisi veya öğretmeni, burs/zekat/sadaka/kurban veren, okul/yurt açılması için malını/parasını veren, Sn. Cumhurbaşkanımızın ifadesi ile tabanda ibadet aşkı ile bunları yapan sempatizanlar, sıradan Cemaat üyeleri birer terörist midir?
15 Temmuz darbe girişimini milyonlarca vatandaş gibi evinde iken televizyonlardan öğrenen, hiçbir suç işlememiş ve soyut FETÖ üyeliği iddiası dışında yeri, tarihi, mağduru, kastı, hareketi belirtilmiş bir suç işlediğine dair somut hiçbir suçlama yapılmayan bu insanlar terörist midir?
15 Temuz Darbe Girişimini FETÖ'nün yaptığı belli olmuştur. FETÖ'ye bağlı teröristler o gece insanlarımızı öldürmüşler, Cumhurbaşkanımızın canına kast etmişler, TBMM'ni bombalamışlar, kamusal mekanları işgal etmişlerdir. Bu insanlar bu örgüte üye olsa veya bağlısı olsa hatta ve hatta ufacık bağlantısı olsa bu eylemlerin içinde veya yanında olması gerekirdi. Halbuki yine bu insanlar olan -biteni her sade vatandaş gibi evindeyken TV’den öğrenmiştir.
Terör suçunun oluşması için hukuki şartlar gerekir. Bu şartlar kanunlarda belirlenmiş ve eski Yargıtay kararları ile somutlaştırılmıştır. Buna göre;
Örgüte katılma iradesinin herhangi bir somut davranışla ortaya konması ve bu iradenin devamlı katılmaya yönelik olması gerekir.
Örgütle organik bağ kurup örgütsel faaliyet yürüttüğü tesit edilemeyen sanığın örgüt üyesi olarak kabulü mümkün değildir.
Örgüt üyeliği suçunun oluşabilmesi için hiyerarşideki yeri, örgütle organik bağ kurulması, süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk gerektiren eylem ve faaliyetler aranmaktadır.
Bu suçun manevi unsurunu örgütün belli amaçlarını silahlı olarak gerçekleştirme gayesini (özel kastı) bilerek ve isteyerek örgüte girme iradesi oluşturduğuna göre, her hangi bir duraksamaya yer vermeyecek şekilde sanığın bu özel kastının dosyadaki kanıtlarla hukuken belirlenmesi gerekir.
Sanığın örgütün gayesini benimsediğini açığa çıkaracak nitelikteki hareketlerinin saptanması gerekir.
Silahlı terör örgütü üyeliği için sanığın hangi eylemlerinin örgüt üyeliğini oluşturacak nitelikte olup olmadığı ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
Yine bu soruşturmalarda, suç tarihi önemlidir. Bazı yerlerde 17/25 Aralık’a bir milat olarak atıfta bulunulmaktadır. Acaba bu tez kabul edilebilir mi? Edilirse nasıl bir sonuç ortaya çıkar?
17/25 Aralık dediğimiz şey aslında, hukuk yolu ile yapılan bir darbe girişimi mi yoksa bazı bakanlarla ilgili yolsuzluk soruşturması mı sorusudur. Özellikle 15 temmuzdan sonra bugünden geriye baktığımızda bizce de 17/25 Aralık’ın hükümeti devirmeye yönelik bir darbe olduğu görülmekte ve kabul edilmektedir. Ancak o tarihlerdeki bilgiler bu derecede açık ve ikna edici değildir. 17/25 Aralık’tan sonra ve 15 temmuzdan önce bir belediye seçimi, bir Cumhurbaşkanlığı seçimi ve iki tane de milletvekili genel seçimi olmuştur. Kabaca bir hesapla Ak Parti dışında yer alan ve ülkemiz seçmenlerinin yaklaşık yarısını oluşturan vatandaşların oy verdiği CHP, MHP ve HDP genel başkanları, teşkilatları ve tüm adayları, 17/25 Aralık’ın bir yolsuzluk dosyası olduğunu bağıra çağıra söylemişlerdir.
Bu partiler, bunların genel başkanları, seçimi kazanan/ kazanmayan adayları, üyeleri ve bunlara inanarak oy veren milyonlarca seçmen vatandaş FETÖ’cü müdür? Eğer miladı 17/25 Aralık olarak kabul edersek, terör örgütü propagandası yapmak, yardım etmek veya üye olmak suçundan bu kadar insan için ve partiler için cezai işlem yapmak gerekmez mi? Böyle bir soruşturma görmediğimiz için 17/25 Aralığın aslında milat olmadığını, adalet teşkilatının da 17/25 Aralık’ı milat kabul etmediğini anlıyoruz.
Aslında bu örgüt için milat, 15 Temmuz da değildir. Çok önceki tarihlerde yaptıkları suçlara bakarak, örneğin, MİT Müsteşarının tutuklanması girişimi, KPSS sorularının çalınması, faili meçhul cinayetler, asker-polis-yargı mensuplarının sınav sorularının çalınması ve bu devlet kurumlarının ele geçirilmesi, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısının makamında gözaltına alınması, Atatürkçü subaylara yapılan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk kumpasları, AK Parti iktidarı öncesi alınan MGK kararları ile AK Parti iktidarının ilk yıllarında Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olduğu dönemdeki 2004 yılı MGK kararları tarihleri milat olarak düşünülebilir.
Ancak yukarıda belirtilen genel tarihlerde marjinal diye dudak bükülen bazı kişiler dışında herkes Fetullah Gülen’i baş tacı ediyordu. Kimse FETÖ demiyordu o zamanki adı Hocaefendi idi. Devletin bilmediği, görmediği bir teröristi, dini inancı gereği Allah Rızası için koşturan sade insanlar nasıl görebilirdi?
Bu görme ve bilme ile ilgili son bir örnek vereyim: PKK bir terör örgütüdür. Lideri Abdullah Öcalan da terörist başıdır. Bazı siyasiler, Abdullah Öcalan’dan, 2000’li yıllarda “Sayın” diye bahsettiklerinde terörü övmekten veya terör propagandası yapmaktan cezai işlemlere tutuluyorlardı. Aynı dönemde, ki 17/25 Aralık’tan sadece iki ay önce Ekim 2013 yılında Fetullah Gülen’in bir kalp rahatsızlığı geçirdiği duyuldu ve ülkemizden bazı kişilerin bu terörist başına geçmiş olsun dileklerini ilettiği öğrenildi. Bunu da Fetullah Gülen’in Zaman gazetesindeki iki tam sayfalık teşekkür ilanından öğrendik. Dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı başta olmak üzere ülkemizin en yetkili ve etkili kişilerinin geçmiş olsun dileklerini ilettiklerini anladık. Böyle bir ortamda ve zamanda, bu insanlar Fetullah Gülen’in Terörist başı olduğunu ve cemaatindeki insanların da terörist olduğunu nasıl anlasın?
Hukuken doğru olan ise, her bir sanık için milat, dosyasındaki somut delillerden hareketle o sanığın silahlı terör örgütünü bilerek ve isteyerek dahil olduğu ve bu konudaki özel suç kastını oluşturduğu kendisine ait somut bir tarihtir. Bu nedenle her bir sanık için ayrı ayrı ve dosyasına özel milatlar söz konusudur.

Bank Asya Hesabı da kendi başına bir suç değildir. Yasal bir bankaya yasal kaynağı belli kendi parasını yatırmak ve aynı parayı bir süre sonra kendisi için çekip kullanmak nasıl bir suç olabilir ki. Cemaat bağlantılı bir kuruluş olan Bank Asya'ya sırf bu nedenle ya da hükümete karşı siyasi bir muhalefet/hak çerçevesinde kullandığı bir siyasi tepki ile de hesap açabilir ve para yatırabilirdi. Bu bir suç ya da suç unsuru değildir.
Başbakan Tansu Çiller’in açtığı, Devlet kurumlarının (THY, SGK ve Diyanet İşlerinin hesapları olduğu basına yansımıştı) para yatırdığı tamamen yasal bir bankadan söz ediyoruz. Söz konusu tarihlerde bu banka devletçe kapatılmamıştır, serbestçe bankacılık faaliyeti yapmaktadır. Yasal bir bankaya kendi parasını yatırmak hangi saikle olursa olsun suç oluşturmaz. Yeter ki, kara para olmasın, para aklama aracı olmasın ya da terör örgütüne havale edilmesin.
Tek başına bylock indirmek de bir suç değildir ve olamaz. Sonuçta whatsapp gibi bir cep telefonu şifreleme programıdır. Bylock'un, Milli Orduya kumpas ya da 17/25 aralık ya da 15 Temmuz gibi FETÖ'nün büyük suç operasyonlarında kullanılmadığı da görülmüştür.
Tam tersine, 17/25 hukuki kılıflı darbe girişimi sonrası ve 15 Temmuz öncesi, FETÖ olayı bu günkü gibi sarih ve net ortaya çıkmamışken, o tarih diliminde kendilerine Cemaatçi denilen kişilerin adli soruşturmalardan korunmak için ve suç oluşturmayan sohbetlerinin yer ve zamanına veya dini/siyasi söylemelerine ilişkin olarak kullanıldığı değişik dosyalardaki bylock metin içeriklerinden anlaşılmaktadır. Çünkü, o dönemdeki soruşturmaların adeta bir "cadı avı" şeklinde yapıldığını hep birlikte gözledik. O dönemde kendileri hakkında da bu şekilde bir "cadı avı" yapılacağını düşünen Cemaatçi kişiler, asıl FETÖ'cülerin bir diğer hilesi olan teşvik ve yönlendirmeleri ile bu programı kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu durumun ise tek başına bir suç ya da suç unsuru oluşturmadığı açıktır. Önemli olan, bu mesajlardaki metin içerikleridir.
Bu insanlar, Fethullah Gülen ile veya onun sayesinde Müslüman olmamıştır. Dini inançlarını sosyal hayatta yaşamasına olanak verdiği ve bunu yaparken kendisi gibi inançlı insanlarla bir arada olduğu için bu Cemaat yapılanmasına sempati beslemiş olabilirler. Fethullah Gülen'in yanında kalmış ya da onunla yaşamış da değiller.
Fethullah Gülen'in yaptıklarından ayrı ve bağımsız olarak bu insanlar, bu Cemaatten ya da oradaki kişilerden o zamanlar, suç teşkil edecek bir hareket, bir tavır, bir teşvik görmemiş ve duymamıştır. Sadece, Allah Rızası için koşturmayı görmüştür. Bu nedenle, bu insanlar, kendisini ve aynı çevreden tanıştığı herhangi bir arkadaşını da suçlu görmemektedir. Tabii ki bir pişmanlıkları vardır ve benim gördüğüm bu pişmanlıkları kendi özel yaşantılarının din adına değil Fethullah Gülen adına yapılmış görülmesidir. Mutlaka, Fethullah Gülen ismiyle birlikte anılmaktan pişmanlık duymaktadırlar. Ancak, ülkemizdeki adli uygulamalar, Cemaat mensupları üzerinden FETÖ'cülere ulaşmak olarak yapılmaktadır. Adeta, hiçbir suç işlememiş Cemaatçiler veya Cemaatçi olduğu düşünülen kişiler tutuklanarak buradan gerçek suçlu olan FETÖ'cülere ulaşılmak istenmektedir. Bu nedenle, Cemaatçiler de sırf kendilerini ve sevdiklerini korumak için her şeyi inkâr etmektedirler.
Bu, adli, siyasi ve idari tercih hukuka uygun olmadığı gibi adil de değildir. Bu tür bir uygulama başlatılmasaydı, normal Cemaatçi kişiler birer tanık olarak ifadeye çağrılıp serbest kalsalardı mutlaka gerçek suçluları anlatacaklardı. Çünkü kimse kötülüğün peşinden gitmek istemez. FETÖ ile mücadelenin adli soruşturmalarla birlikte, gerçeklerin anlatıldığı bir eğitim ve ikna yöntemine de ihtiyaç duyduğu açıktır. Çünkü, FETÖ'nün her yönüyle "kendine özgü" bir terör örgütü olduğu açıktır.
YENİ ROTALAR
Şimdi kuzeydoğu ve kuzey istikametinde kesintisiz beş gün boyunca Hint Okyanusunun sıcak sularında Singapur'a doğru yol alacağız. Ekvator çizgisini bir kez daha bu sefer güneyden kuzeye geçeceğiz. Uzakdoğu denilen yeni bir dünyayı görüp tanıyacağız önce, sonrasında ise Ortadoğu'ya doğru dümen kıracağız.

Comments